Yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mayıs 2022 Cuma

SİGORTA İŞİNDEN PARA KAZANMAK




             Hani bir trafık kazası geçirdiğinizde sizi ilk arayanlar sevdikleriniz ve sizi tanıyanlardır ya. 


             Öyle değil:)) 

             Özellikle ilk yıllarda yoğun bir şekilde arayanlar vardır. Düşünün hatırlayacaksınız. Belki de çok rahatsız olduğunuz kişiler. Kötü bir haberim var ki 8 yıl boyunca aranacaksınız.

               Okuyanlar içinde trafik kazası geçirmiş olanlar varsa, zaman zaman sinirlerini zıplatan bu insanların neden onları bu kadar rahatsız ettiklerine akıl sır erdirememişlerdir. 

              Bu kabus olmalı bi türlü kurtulamıyorum diyeniniz de vardır tabii. Bir gün konuştuğum kazazede, ne kadar bıktığından bahsetmişti. Ben de en kısa zamanda telefonu kapatmamız için. "Bir şey yok" cevabını biz sormadan vermelisiniz demiştim. Aslında sizden öğrenmek istediğimiz tek şey bu. 

Kazada bir yaralanmanız oldu mu?
Bir sakatlık yaşadınız mı ya da ameliyat oldunuz mu?

             "Bir şey yok" 

              Sihirli kelimeler bunlar oysa ki. O kelimeleri söylediğinizde, telefon en kısa sürede kapanıyor. Eğer söylemez sinirlenir daha fazla şey öğrenmek isterseniz ya da başka şeyler söylerseniz konuşma uzuyor da uzuyor.

              Bizler de sizlerin sağlığını, ne durumda olduğunuzu merak ediyoruz hatta en sevdikleriniz kadar merak içindeyiz. Belki bir yardıma ihtiyacınız olur diye de düşünüyoruz. Kaza geçiren mağdurlar yanlış davrandıkları için, bazen de yapmaları gerekenleri yapmadıkları için hak kaybına uğrayabiliyorlar. İşte biz sizleri bu yüzden de rahatsız ediyoruz. Bir de böyle düşünün.

                Kişi kaza geçirdiğinde, yolcu ise her şekilde haklı oluyor. Bazen bunu bilmeyebiliyorlar. Bazen de meydana gelen yaralanmanın cezasını direksiyon başındaki arkadaşlarına ödetileceğini düşünüp sessiz kalıyor, hakları için bir şey yapmıyorlar. Kazaya ne sebep olursa olsun, şayet şoför alkollü değilse ondan herhangi bir ücret alınmıyor.

                Yıllarca ödenen zorunlu trafik sigortalarında, bu tür yaralanmalar da sigorta altına alınıyor     fakat insanlar başlarına böyle bir kaza gelmeden bunu bilmiyorlar. 

                 Bazen de trafik kazasında, kazaya sebep olan araç kaçıp gidiyor bulunamıyor. Şimdi nereden bulacağız da hakkımızı alacağız diye düşünen mağdur, şikayetçi olmayabiliyor. Oysa ki çarpan kişi bilinmiyor olsa bile, yaralanmanızın karşılığı olan tazminat tutarını yine de alabiliyorsunuz. Yapmanız gereken tek şey, olayı kayda geçirmek. Bunun için de 6 ay süre tanınmış. 

                 Bedensel sakatlanmalarla ilgili yapılan danışmanlık hizmetleri de bedensel hasar ve danışmanlık sigorta müşavirleri tarafından gerçekleştiriliyor. Kazada mağdur olan kişilerin, karşı tarafın sigorta şirketlerinden alacakları tazminatla ilgili süreci takip etmek de bir iş alanı. 

                 Benim çalıştığım firmanın kuruluşu da bir kazaya dayanıyor. Firma sahibi yıllar önce bir trafik kazası geçiriyor ve o zaman karşı tarafın sigorta şirketi kendisine bir ödeme yapıyor. Bu alanda bir iş yapabileceğini fark ediyor ve kendi adına bedensel hasar danışmanlık şirketi kuruyor.

                  Açıkçası, ben de böyle bir iş yapmadan önce bu sektörün varlığından haberdar değildim. Ancak başlayınca bazı şeyleri öğrenmiş oldum. Bu sektörün oldukça kazançlı bir iş olduğunu da belirtmek isterim.

                   Neyse çalıştığım süre boyunca her gün yüzlerce insanla telefonda görüştüm. Bazıları çok kibardı bazıları baya sinirliydi. Çoğunlukla sabırla dinlediler ve ben de sabırla onların anlattıkları -kimi zaman oldukça acıklı- kaza hikayelerini dinledim. Yardımcı olmaya çalıştım.

                   Bazılarına söyleyecek bir şey bulamıyor insan. Eşi vefat etmiş, çocuğu, annesi ya da babası. Hiçbir tazminat, hiçbir teselli onları geri getiremez biliyorsun fakat yine de işin olduğu için yapmak zorundasın. Birilerinin onlara yardımcı olması gerekiyor çünkü. 

                    Bir keresinde telefonda konuştuğum genç bir adam bana "Hangi kazayı soruyorsunuz?" diye cevap verince "Sık sık kaza mı geçiriyorsunuz efendim" diye cevap vermiş bulundum. Öncesinde konuştuğum onlarca kişi zarar görmemişti. "Yaralanmadıysanız sorun yok" dedim. O da "Yaralandım evet" dedi. Buyurun sizi dinliyorum deyince olayı anlatmaya başladı. Trafik ışıklarında durduğu esnada, freni patlayan bir beton mikserinin bacaklarını ezdiğini ve artık iki bacağının da olmadığını söylerken sesi titriyordu. Gözlerinin yaşardığını görüyor gibiydim. Ben ne diyeceğimi bilemedim. Benim de gözlerim sulandı neredeyse ağlayacaktım. Sesim titredi mi bilmiyorum. Sanki geçici bir şey yaşamış gibi, sanki atlatacağına inanarak konuşmaya çalıştım. Olaya odaklandım ve sadece yapabilecekleri konusunda bilgilendirdim. Hala aklıma arada geliyor. Ne yapıyor acaba diye. İnsanın böyle bir kaza yaşayıp böylesine korkunç bir acıyı yaşaması bir yana, bundan sonra hayatına devam etmesi de kolay değil. 

                    Bu tür hayatlara da tanık oldum işte. 

Sigorta işine artık evde devam ediyorum. Trafik kazası geçirdiyseniz ve yardıma ihtiyacınız varsa beni arayın.


             

22 Şubat 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ



Ağaç Ev Sohbetlerimiz devam ediyor. Haftanın konusu sevgili Kaplan Diary'den.

"Ne için yaşıyoruz? Size göre bizi diğer canlılardan ayıran en temel özellik nedir? Eğer dünyaya gelişinizin bir hikmeti varsa, sizden beklenenleri ne ölçüde yerine getirdiğinizi düşünüyorsunuz?"



"Niye varız?"dedim. 

Biz kimiz, neden biz ve bizi bu kadar önemli kılan ne? 

Niye var olduk buna niye gerek vardı? 

Bu çöllere düşmeye aç susuz sürünmeye ne gerek vardı? 

Çöl herkes için çöl değildi. Kimine yeşil bir vadi, kimine okyanus var edilmişti. Bunu dönüştüren yoksa biz miydik? Belki isteyene çöl, isteyene okyanus, ne isterse o var edildi. 

Mecnunlar ve Leylalar var edildi sonra. Seraplara dönüştüler, yaklaşınca uzaklaştılar. Kalbini verdikçe, elinde o değersiz duyguların kaldı. Bekledin bir deniz kıyısında, bir pencere önünde geleceği günü. Gelmedi. O seraptı çünkü. Seraplar gerçeğin soluk bir hayali değil miydi? 

Her güzel gözde, her güzel sözde, her güzel davranıştaydı. 

Kalpten kalbe dolaşıyoruz bulabilmek için. Bazen bir kırıntı bizi yakalıyor, onun peşinde onlarca kilometre, onlarca yıl gidiyoruz. Yakalamak için soluksuz koşuyor, ulaşmak için her şeyi yapıyoruz. Acılar içinde yara bere içinde kalıyoruz. Göz yaşlarımızda boğuluyoruz zaman zaman. Sonunda elimizde koca bir hiç kalıyor. Yavaş yavaş soluyor, sönüyoruz. Tekrar tekrar dönüyoruz. Bu döngü bitmiyor. 

Şimdi sonsuzluğu düşünüyorum. Sonsuzluk, sonsuz yaratmayı, sonsuz var etmeyi istiyor olabilir mi? Bekliyor yarattıklarını zamansızlığında sabırla. Sonsuz bir sabırla ve sevgiyle var ettiklerini, sonsuz bir aşkla dönüşlerini...

Sonsuz aşkı, sonlu varlıklar ne bilsin? 

Hangi kap bu kadar geniş olabilir? 

Belki de kimsede böyle bir kap yoktur. 

O, içinde bir yerde bir nokta, açılan bir kapıydı. O kapıya herkesi çağırmış, ancak arayanlar bulmuş, cesaretle yolda yürüyenlere açılmıştı. 

Açık kapıdan girdi içeri. Korkularını geride bırakmış büyük bir heyecan ve iştiyakla yolları aşmış, kapıyı bulmuş ve girmişti. Gördükleri daha önce hayal bile edemediği kadar olağanüstü ve muhteşemdi. Şimdi her şey yerli yerine oturmuş, tüm sorularına da cevap bulmuştu üstelik. Demek bunun içindi. Bu var edilişler ve bu dönüşümler, değişimler... 

Hepsinin mantıklı fakat akıl üstü bir sebebi olduğunu gördü, anladı. 

Bizden istediği koşulsuz sevgi, iyilik. Merhamet sahibi insanlar olup, başkalarına bunu yansıtmamız. O'nun ahlâkıyla ahlâklanmak. Onun gibi sevmek ve merhametli olmak. Koşulsuz iyilik yapmak. Bunlar böyle konuşulduğunda çok basit gibiler lakin, beşerin öyle bir tarafı var ki içinde bir canavar var. İşte o canavara rağmen onu aşıp yükseldiğimizde işte var oluşumuzun anlamı da tamam oluyor.

Bir parçamız hep arıyor. O'nu bulmak için yaşıyoruz. 

Bizi diğer canlılardan ayıran özellikse idrak. Bu soruları sorabiliyor olmak. 


Not: Bu konu baya bi derin. Üzerine yüzlerce cümle kurulabilir birbirine benzemeyen. Bugün açığa çıkan bu cümleler oldu. İnsanlar var olduklarından bu yana, hep bu sorulara cevap arıyor. 

         Biz kımiz? Neden var edildik? 

16 Şubat 2022 Çarşamba

KENDIN İÇİN YAŞA

              Öldüğünde mezarının başında elli kişi etmeyecek insanlar için yaşamak kadar akılsızca bir şey yok. Başkaları ne der diye yıllarca olduğundan farklı görünmeye çalışan, yalandan ibaret olan hayatını sosyal medyada sergileyen, üç beş akrabanın yaptığı yorumlara takan insanların ise mutlu olması imkânsız gibi.

               'Biliyorsun takip edenler var. Kocamla aramızın bozuk olduğunu bilseler dillerine dolarlar. Fotoğraflarda mutlu çıkmalıyız ki sonra arkamızdan dedikodumuzu yapmasınlar."deyince 
"Yok artık" dedim. Bu kadar da takma ya sen ünlü müsün? Kıytırık sayıdaki akrabalarının yapacağı yorumlara göre mi hayatını sürdüreceksin? Olmadığın gibi görünmeye çalışmak seni yormuyor mu? Biraz daha ilgi çekebilmek için kurduğun rakı sofrasında yaptığın göstermelik eğlence, daha sonra seni nasıl iğrendirmiyor?

               Küçücük dünyalarında yaşayan, yaptıkları tek sosyal faaliyetleri dedikodu olan, bir kitap okumamış, doğduğu topraklardan birkaç kilometreden fazla uzaklaşamamış, araştırmamış, gözlemlememiş, "Filancaların kızı da bak bak.." haricinde bir analiz yapamamış ve bundan son derece aciz insanların senin hakkındaki fikirlerine odaklanmak yerine gerçek bir mutluluğa odaklansan, kendin, eşin ve çocukların için bulacağın daha faydalı, eğlenceli ve yaratıcı fikirlerin peşinde koşsan, belki gerçekten de mutlu olabilirdin.

              Olduğu gibi davranan insanlara hayranım ben. Samimi ve gerçek insanları kolluyorum. Sahteliğe tahammülüm yok. Dedikleri ile yaptıkları bir olan ve "El alem ne der" i olabildiğince aşmış insanlar ilgimi çekiyor. Ya da sonunda elde edecekleri ufak da olsa bir menfaat için farklı davranmayan insanlar.

              Önce ailem diyen adam gerçek bir babayiğit mesela. Eşi ve  çocuklarının ihtiyaçlarını ön planda tutan adam hayırlı. Yıllarca etrafındaki üç beş arkadaşı için saatlerini ve parasını feda eden, çocuklarına gelince verecek bir şeyi kalmayan biri, hiçbir şekilde saygıyı hak etmiyor. Toplumun "kılıbık", 'hanım köylü' yakıştırmaları bile elalem kavramının ifade ettiği, toplumun  'beni dinle, bana uy, benim için yaşa" demesinin bir başka şekli değil mi?

              Hiç kimse mükemmel değil. Mükemmel görünmeye çalışan ve karşısındakilerden de mükemmellik bekleyenler de dünyanın en kibirli insanları. Kibirliler de hayatı çekilmez kılanlardan.

               İnsanlara baktığımda bazen eksik bazen  zayıf fakat son derece gerçek halleri benim dikkatimi çekiyor. Uzun uzun düşünüp gülümsüyorum. Şefkat hissi tüm kalbimi kaplıyor.

             İnsanların eksik, kusurlu fakat doğal hallerini seviyorum.






























9 Haziran 2020 Salı

ŞEMS VE MEVLANA

     
Sems ve Mevlana


       Deniz sonsuzluğu, damla da yokluğa ermek isteyen insanı temsil ediyor. İnsan hakikate ulaşınca ondan başkasının olmadığını anlar. Kendisinin de bu denizde bir parça olduğunu hayretle görür. Hatta parça bile olmadığını farkeder. Zindanda olmamızın tek amacı, o denize atlayacak cesareti elde etmemiz içindir. Biz dünyamızda yaşadığını zanneden tutsaklarken, O bize kurtulma fırsatını vermiş. Fakat bizde cesaret var mı yokmu onu test ediyor. Öyleyse ruhunu O'nun gören her ruhu da O'ndan görür. Peki öyleyse görünen kimdir? Kimi görmektedir. Her göz ile seyreder, her göz ile seyredilir. İmtihan sırrını kavrayanlara bu kolay gelir. Kavrayamayan için dünya bir zindan ve vahşet yeridir.

      Şems Mevlana'yı neden çok sevdi bilir misiniz? O güne kadar onu tam olarak anlayan çıkmamıştı. Mevlana ise Şems'i gördükten sonra Hakk'ı daha önce hiç görmediği şekilde seyreyledi. Bu yüzden de ayrılık acısıyla yandılar.

     Şems çocukken de tuhaf geliyordu insanlara. Göğe baktığında ötesini, yere baktığında içinde sakladıklarını, insanlara baktığında ruhlarını görüyordu. insanlarla kavga etmiyordu aslında. Nefisleriyle tartışıyordu. Samimiyetsizlikten bıkmıştı. Mevlana'da önyargısız bir anlayış, hesapsız bir kalp, sorgusuz sualsiz kabul gördü. Gönül kapısını sonuna kadar açtı. Mevlana gördüğü güzellik karşısında kendinden geçti. Artık ondan sonra geri dönülmez bir sarhoşluk içine düştü.

    Şems Mevlana'ya şöyle dedi.

    Dilsiz dudaksız sözler söyleyeceğim sana        
    bir şeyler anlatacağım bütün kulaklardan gizli, 
    herkesin ortasında konuşacağım;
    ama senden başka duyan olmayacak…

    Neden hiç bir araya gelemediler?  Varlık tümüyle imtihan üzerine kuruludur. Kolaylık, zorluk, acı, mutluluk, sevmek ya da sevilmemek, düşmek ve arkasından kalkıp yola devam edebilmek insan için bir döngüdür. Herkesin imtihanı farklıdır. Onlarınki çok ağırdır. Bunu gerçek fedakarlık ve sevgiyi bilmeyen anlamaz.

    Birbirlerinin zarar görmesine katlanamayacakları için bir daha birbirlerini hiç ama hiç görmediler.

3 Nisan 2020 Cuma

CORONA VİRÜSÜ DURDURMAK

      Bu yazıyı şu an gündem olduğu için ya da seo, takip, okunma kaygısıyla değil,  dünyanın ve tabii ki ülkemin insanlarının karşıkarşıya bulunduğu felaketi dile getirmek için kaleme alıyorum.

       Normal zamanlarda olsak, çalıştığım hedyelik eşya dükkanındaki işlerin yoğunluğundan ve bundan kaynaklı şiddetli ayak ağrılarımdan, aşırı yorgunluktan, kendime bile zaman ayırma imkanım olmadığından, bunları yazamazdım.

        Corona dolayısıyla bir süreliğine ücretli izne ayrıldım. Bu, tabii ki yeterince müşteri gelmediğinden, patronumuzun kararıyla oldu. Şimdi tadilat yapılıyor. Beni arayıp gelip gelmeyeceğimi sordular. Aslında çalışmak istemiyorum. İşten atılmak ise şu anda coronadan sonra başıma gelebilecek en büyük felaket olur. Senelik iznimin tamamını kullanma konusunda izin verdiler. Astım hastasıyım. Risk grubundayım. Benim gibi aslında şu ara calışmak istemeyen fakat ne yapacaği konusunda şaşkın, kendini çaresiz ve kimsesiz hisseden milyonlarca insan var. 

        Birçok kimsenin, bu virüsün ne olduğunu tam olarak kavrayamadığını düşünüyorum. Buna yakınlarım da dahil. Ben bir bilim insanı değilim. Virüsün oluşumu hakkında yeterince bilgi sahibi olduğum söylenemez. Buna rağmen ilk başladığı Çin'den itibaren bu güne gelinceye kadar, dehşetle tüm olan biteni, yaşanan acıları izliyorum. Dünyadaki can kayıplarına baktığımda ülkemin insanlarının yaşayacaklarını birçok insan gibi gercekleşmişçesine hissediyorum. 

        Yüzbinlerce insan ölebilir. Bunu söylemek, insanlarda kaos ya da panik oluşturmak anlamına gelmesin. İyimser tablolarla insanları sakin tutmak ya da virüsü, olduğundan daha basit göstermeye çalışarak herhangi bir insanın atlatabileceği bir şeymiş gibi sunmak, bi hayal dünyası kurmak, bugünü kurtarabilir fakat yarınlarda olabileceklerin önüne geçemez. 

        Başlarda bazı tv kanallarında hatta çoğunda basite indirgendiği için halkta oluşan yargıyı kırıp ciddiyetini kavratabilmek çok zor.

         Kimleri öldüreceği ile ilgili kesin bi karar veremeyiz. Gençlerin ya da bağışıklığı tam olanların kurtulacağı gibi bir genelleme yapmak, insanları önlem almada ciddiyetsizliğe sürüklüyor. Tv yayinlarında ve yapılan diğer yayınlarda, açıklamalarda buna çok dikkat etmeliyiz. Kaldı ki benim herhangi bi rahatsızlığı olup normal şartlarda yaşayabilecek insanım niye ölsün. "Yaşlı olduğu için kaybediyoruz" dediklerimiz neden ölsün. Onlar birilerinin annesi, babası, kardeşi ya da eşi değil mi? Yüzdelerin arkasında, bir zamanlar yaşamış insanlar yok mu? Tek bir vatandaşımızın dahi canının yanmasına müsaade edebilir miyiz?

        İtalya, İspanya ve ABD çok zor durumda. Ne kadar iyi bir sağlık sistemi kursa da hiçbir ülke, aynı anda binlerce hastanın tedavisi gibi bir yükü kaldıramaz. Kaldıramıyor da. Çin, başlangıçta bunu gizleyip yeterli önlemler almadığı için tüm dünyaya yayilmasına sebep oldu ve devlet olarak büyük bir felalete yol açtı. Ancak kendi ülkeleri açısından, daha sonra izolasyon konusunda sert tedbirler aldikları için kontrol altına alabildiler. Aksi takdirde yok edilemez bir virüsten bahsediyoruz

       İnsanlar biraraya geldiği müddetçe bunun önüne geçilmesi imkansız. "Evde kal" deyip ertesi gün işe gitmek konusunda "Sen bilirsin istersen git" demek cok yanlış. Bırakalım her seyi. Hayat tamamen dursun. Üç haftadan bahsediyorlar. Bu kadar bi zaman kimsenin evlerinden çıkmayacakları bir önlem alalım.  Artık paranın ya da aç kalmanın da bi önemi yok. Değişik vesilelerle yardımlar yapılıyor bi şekilde ayakta durmaya çalışırız. Ekonomi, itibar, seçilmek, iktidar ya da muhalefet olmak gibi, bizi önlem almaktan alıkoyacak her şeyden vazgeçelim.

        Tedbir almazsak çok insan ölecek. Geriye dönüp bakıldığında alınmayan sorumluluğun, tereddüt edilip verilemeyen kararların faturası inanın çok yüklü olacak. Ölen insanların hesabını soracaklar sizden. Yapılan hataları ve  yapılmayan ne varsa hepsinin hesabı sorulacak. Şehir ve bölge bazında da olabilir. Tüm ülke aslında psikolojik olarak sokağa çıkma yasağı gelmesini bekliyor. Biliyor ki bu karar alınmadığı müddetçe, işe gitmek zorunda kalacak ya da bazı sorumsuzlar sokaklarda dolaşmaya devam edecek.

        Bu ülke insanlarının güvenerek seçtiği yöneticilerimize ve tüm muhalefet partilerinin liderlerine söylemek istediğim; Partilerüstü davranmanın zamanı. Birlik ve beraberlik içinde, gelmekte olan felaketi durdurma zamanı. Siyasi çekişmeleri bir kenara bırakma zamanı. 

       Geç kalmayalım...


28 Kasım 2018 Çarşamba

TINDER HAKKINDA






            Tinder ve benzeri uygulamalar sosyallleşme amaçlı mı kullanılıyor?


            Gerçek bir sosyallik getiriyor mu?

            Öncelikle kendinle ilgili bi şeyler yazıyorsun. Fotoğraf atıyorsun. Karşına çıkan fotoğrafları sağa kaydırarak beğenmiş, sola kaydırarak beğenmemiş oluyorsun. Beğendiklerin de seni beğenmişlerse eşleşme gerçekleşiyor ve konuşmaya başlıyorsun. Konuşmaya başlamadıysan Tinder sana akıl veriyor. "Komik bi şeyler söyle", "Merhaba de", "Yalnızlığına son ver", hatta "Utangaç mısın?"  Gibi şeyler. Sonra konuşuyorsun ve klasik konuşmalar. Birden fazla seçenekle aynı anda konuşabiliyorsun. Sen seçeneklerden sadece birisin unutma!
         
            Bu tür uygulamalarda kişisel bilgilerin, beğenilerin öncelikli olduğunu düşünürdüm. Fakat yazdıkların önemli değil. Fotoğrafa göre karar veriliyor. Bu da sahte fotoğrafları ve uydurma kişilikleri beraberinde getirebiliyor. Bir isim bul, bir resim. Bir hikaye oluştur. Kendini orada mükemmel göster.  Oysa belki yanından geçmiyorsundur.

            Tinder'da insanlar yolda görseler ilgilenmeyecekleri insanlara sırf konuşsunlar diye şiir yazabilirler. Ya da abartılı iltifatlara boğabilirler.

            Boşver! Bi süreliğine o mükemmel çekici kadın ya da erkek olarak sahte kişiliğinin üzerinde yüksel. Yalnızlığına çare olarak gördüğün araç, bir süre sonra seni esir etsin. Orada ne olursa olsun konuşmaya can atabilecek bir sürü insan bulabilirsin. Hatta eğlence olsun diye erkek olduğun halde kadın, kadın olduğun halde erkek gibi gösterebilirsin kendini. Nasılsa seni gerçekten tanıması imkansız. Evliysen eşini masum(!) bi şekilde aldatabilirsin. İstersen ileri de gidebilirsin. Unutma ki eşine ihanet eden adam herkese ihanet eder.
           Tüm bunlar vakit kaybından başka bir şey değil. Hem sana onlarca iltifat etseler ne olacak?  Sahte bir diyalog, sahte abartılı hayranlık içeren boş sözler, seni ne kadar bir süre mutlu edecek.
       
            Benim düşünceme göre samimi ve gerçek insanlar tüm hatalarına rağmen sahtelere göre daha değerli.

            Gerçek insanlara yönelin derim.

17 Mayıs 2018 Perşembe

FİLİSTİN'DE ÖLEN İNSANLIK


             Tüm sorun, insan olmanın her türlü nitelikten daha önemli olduğunu henüz keşfedememiş sapkın anlayıştan kaynaklanıyor.

              Bazı videolar izlemiştim. Çocuklar tankların içine oturtuluyor ya da ellerine silah verilip "Söyle bununla kaç Filistinliyi öldüreceksin?" deniliyordu.

              Çocuk da büyük bir ciddiyetle -daha önce ezberletildiği belli olan- vahşet içeren cümlelerini büyük bir iş yapıyormuşçasına, neredeyse nefes almadan boşluğa bırakıyordu. O cümleler. mermi olup yağıyordu masumların üstüne. Kadın, çocuk, erkek, yaşlı ya da genç ayırt etmeksizin bomba olup patlıyordu.

              İnsanlık ölüyordu.

              Oysa iki güzel kardeşin çocukları değil miydiler? Bu nefret nereden geliyordu?

              Kibir yok ediyordu merhameti, hırs yakıyordu vicdanları.

              Biz konuşuyorduk.

              Yüzyıllardır yaptığımız en iyi şey bu sanıyorduk.

           

22 Mart 2018 Perşembe

SONSUZLUĞA AÇILAN YOL

 
       
             

           Şimdi, bu dağınık düşüncelerimin arasındaki sakin telaşsız huzurlu yolu takip ediyorum. Yolun sonunda kendimi sınırsız bir güven içinde sana teslim edecek olmanın umudunu içimde barındırıyorum.

          Sisler içinde belli belirsiz, sana uzanan ellerimi tutacağına inanmak, dünyayı yaşanabilir kılıyor. Işığının tüm varlığımı aydınlatması mükafatların en büyüğü olacak. Sınırlı bir zaman dilimine sığdırılamayacak güzellikteki aşkın da her sevgili için feda edecek neyi varsa gözden çıkarmakta asla tereddüt etmeyeceği güzellikte. Bu devasa isteğime ve benim bunun karşısındaki zavallılığıma bakıyorum. Yüzümde acı bir gülümseme beliriyor ve ben çaresizlik içinde diz çöküp af diliyorum.

          Sürgünde seninle geçirdiğim anların kıymetini bilmiyor oluşum yüzünden, seninle olmama izin vermeyebileceğin korkusunun, olması gerekeni karşılamadığı muhakkak. Ancak beni, bu kusurlu hallerimi, senden daha iyi bilecek olmadığı da.

          Hatalarımı bilerek, hem de bin kere görmüş olmana rağmen benim için bir umut var mı bilmek istiyorum. Zayıflığı, bizi yaratmamış olsaydın bilecek miydik acaba? Kaç defa yüz çevirdik ve kaç defa yine de terk etmedin. Oysa buna hiçbir şekilde ihtiyacın da yoktu.

          Bizdeki bu değer onun için mi? Her şey ve her zerre onun için miydi? İsimlerinin tecellisi için. Yürürken konuşurken susarken, severken, nefret edip kızdığında, aynaların en derini ve en gerçeği göstereni, sana ait tüm güzellikleri yansıtıyorken, bize ulaşılması imkansız bir örneği sunarken, bizim yani geri kalanların onun yanında kendimizi bir çöp gibi hissedeceğimizi biliyordun.

          Senin var etmeyi dilediğin bir çöp olmak bile güzel, lakin biraz daha değerli, -onun kadar olamasa da- "İyi ki var etmişsin" demeyi istiyorum.

15 Ekim 2017 Pazar

OLMASI GEREKTIGI GIBI

"Bir daha dünyaya gelseydim bir dağ köyünde adı sanı bilinmeyen, insanlarla görüşmeyen bir çoban olmak isterdim" dedi. Bu bana göre çok ilginç düşüncesini daha önce hiç tanımadığı insanlara anlatması da bir o kadar enteresandı. Adamın birçok ülke dolaşmış olması, birçok yabancı dil bilen bir doktor olması, üzerlerine titrediği ve yıllar sonrası için planlar yaptığı iki kıza sahip olması fakat evliliğinin neden bittiğine anlam veremiyor olması da şaşırtıcıydı. Tekrar dünyaya gelme isteğinin yanına evliliği de ekliyordu. "Demek yeterince ders almamışsınız" diye cevaplarken hafifçe gülümsüyordum.

"Acı öyle büyük ki anlatılamaz. O bebeklerin, anne baba ya da kardeşlerin ölümü karşısındaki sizin çaresizliğiniz... Yakınlarının, tek sahip oldukları bazen araba bazen ev anahtarlarını gözünüzün önünde sallayarak "Kurtar onu sana bunu vereyim " demeleri ve sizin onlara söyleyecek bir şeyinizin olmaması. Bazen kadere sövüyordum bazen kahrediyordum ve Allah'ın bunca acıya neden izin verdiğini düşünüyordum."

Bu sözleri karşısında içim eziliyordu. Söylenecek bir şey yoktu doğru, fakat dünyanın dört bir yanında yaşayanların acıdan nasibini aldığı, bunun çoğunun da bizzat insanoğlunun kendi eliyle yaptığı hatalardan kaynaklandığı da bir gerçek değil miydi? Elimizde olanları engellemek, olmayanlar için ise tevekkül etmek yaşanabilir kılabilirdi hayatı. Öyle ya hayat sadece bu dünyadan ibaret değildi. Gerçek bir inanç insanı ayakta tutabilirdi ancak. Bunu ona söylemeyi öyle çok istedim ki cesaretim olmadığı için sustum.

Eline aldığı üç adet termos özellikli matarayı dikkatlice inceledi." Bunların her birinin üzerine kızlarımın ismini yazdıracağım" dedi ikisine bakarken. Bu ince düşüncesini şaşkınlıkla karışık bir hayranlıkla tebrik ettik. '‘Çocuklarım doğmadan önce ultrasonda hangi cinsiyete sahip olduklarını asla öğrenmek istemedim' dedi. "Doktorumuz daha sonra isterseniz bakarsınız diyerek bir zarf içerisine cinsiyetlerini yazdı fakat üzerinden yıllar geçmesine rağmen ben hiçbir zaman bakmadım. Onların doğumlarını kameraya aldım. O günkü heyecanımızı mutluluğumuzu daha sonra izlemek istedim. Doğduklarında her biri için bir şişe şarap aldım. İleride eşleriyle birlikte o şarabı yudumlarken babalarını hatırlasınlar istedim.

Bir gün eşim bana ayrılmak istediğini söyledi. Benden ne istiyorsun?. Sana bir araba alayım istersen Mercedes olsun BMW ya da ne istiyorsun? İstediğin kadar para vereyim. Neden bırakıyorsun?" Sonra her şey para değil" dedi. Sahip olduğu para, statü ya da kültür ona iyi bir evlilik sunmamıştı. Bütün bunlar o kadını yanında tutmaya yetmemişti. Peki kadının derdi neydi acaba? Cocuklarına düşkün bir baba, ilgili bir koca, acaba öylemiydi yoksa dedikleri ile yaptıkları bir olmayan gruptan mıydı? Sonra çaycı geldi ve kapıdan içeriye girerken "Boşları almaya geldim" diye seslendi. Ben sağlık sorunum dolayısıyla, başkası tarafından yere bırakılmış bardağı işaret ettim, eğilip almadım. Adam bana kısa bir süre baktı, hızlıca yerdeki bardağa uzanıp çaycıya uzatırken "Mösyö buyurun" dedi. İşte o zaman dedim ki bu adam, gerçekten insanlara değer veren iyi bir adam.

Doktor olmanız çok iyi olmuş dedim. "Hayır acı çok büyük" diye yineledi.

Olması gereken olmuş dünyanın sizin gibi iyi insanlara ihtiyacı var. Hastalar acımasız ellerde daha büyük acı içinde ölmektense, sizin çaresiz fakat şefkat dolu gözlerinize bakarak ölmeyi tercih ederler inanın. Doğru olan sizin böyle bir mesleği seçmeniz.

4 Eylül 2017 Pazartesi

GÜZEL SEBEPLER BİRİKTİR



            Bu dünyayı daha yaşanır kılan güzel sebepleri olmalı insanın.

           İnancı olmalı, dünyayı daha yaşanabilir kılan. İyiliğin dünyayı güzelleştireceğine inanmalı. Dünyada görülmese bile, başka bir dünyada yansıması olduğuna inanmalı. Ötelerle manevi bir bağ olmalı. Dini bir inancı olmasa bile, bir parça katkısı olduğunu düşündürecek. dünyayı kurtardığına inandığı uğraşları olmalı. Mesela kullanılmış yağları biriktirip, lavabodan dökmediğinde birkaç canlıyı kurtardığına inanmalı. Bu dünyada yaptıklarının bir karşılığı olduğuna inanmalı. Ama mutlaka inandığı bir şeyler olmalı.

          Yıkıldığında, ümitsizliğe düştüğünde, ümidi içinde tekrar yeşertecek insanlar olmalı çevresinde. Elinden tutup "Ben varım... Birlikte bu günleri de aşacağız, kendini bırakma" diyen.

           Eşi, çocuğu, arkadaşı, yakın bir arkadaş gibi davranan akrabası olmalı.  O da yoksa bir kedisi, eve geldiğinde onu karşılayan. Yalnızlık güzel diyenler yanlış biliyor. Kendi tercih ettiğin, belirli bir zaman içinse güzeldir. İnsan, kendine değer verenlere sahipse, özleyenlerinin, gelişini sabırsızlıkla bekleyenlerinin olduğunu düşünüyorsa mutludur.

           Eşin tamamlayan biri olmalı, seni anlayan, konuşmadan hisseden, yanında özel hissettiğin, karşılıksız sevdiğin. Değişmeye zorlamadığın, değiştirilmeye çalışılmadığın. Dünyadaki son anlarına kadar güvendiğin, özlediğin, elinden tuttuğun.

           Çocuklarının senin için var edildiğini, sana hizmet ettiklerinde iyi olduklarını düşünmemelisin. Sonunda kendilerinden hayır görmek için, sana sadece itaat etsinler, eve para getirsinler diye değil, var oldukları için sevmelisin, sırf bunun için bile mutlu olmalısın. Sevmediğin bir şey yaptıklarında bile sevmeye devam edebilmelisin. Zaten böyle çocuklardan hayır görüyor insan.

           Arkadaşların, ihtiyacın olduğunu söylemene gerek kalmadan, çağırmadan yanında olmalılar. Olması gerekenden fazlasını istememeliler, saygı göstermeliler gerektiğinde. Arkadaşım dediğin, olur olmaz her şeyde kapris yapmamalı, kıskançlık edip üzmemeli, yürüdüğün yolda tökezletmemeli. Bencilliği ve karşılanmayan beklentileri sebebiyle sonradan acısını çıkarmamalı. Beklentisiz olmalı. Söylediklerin için korku duymamalısın, nasıl anlaşılırım derdin olmamalı. Ben buna kısaca "Yormamalı" diyorum.

           Akrabaların,  düğünde, cenazede akıllarına geldiğin insanlar olmamalı. Yük olmadan yanında olmalılar. Yakın bir arkadaş gibi hissettiğin akrabaların, menfaatlerine uymadığı zaman seni terk etmemeli, iyiliğini istemeli. kötü gününde başına ne gelirse gelsin "Ben senin yanındayım." diyebilmeli.

          Kahvaltını tatlı bir insanla yaptıktan sonra, her sabah zorla gitmediğin bir işe sahip olmalısın, Bir hobi gibi yapmalısın mesleğini ve bu, kimseye muhtaç olmayacak kadar bir kazanç da sağlamalı sana. Çalıştığın saatler boyunca, işe yaradığını hissetmeli, emeğinin, alın terinin mutluluğu gözlerinden okunmalı. Başka birine çalışıyor olsan bile kendi işinmiş gibi davranmalısın. Ne iş yapıyorsan sevmelisin. Sevebileceğin bir iş bulmalısın.

          Yukarıda anlattıklarım hayatında eksikse mutluluğu tam anlamıyla elde edemezsin.

          Sonra dedim ki; "Akraba yanında olmasa da oluyor, (olsa iyi olurdu tabi). Arkadaş: Sen iyiysen iyi insanlar seni buluyor. Çocukların da sonuçta sana benziyor. Geriye eş ve iş kalıyor ki onu da iyi seçersen bir ömür mutlulukla yaşanmaz mı yaşanır."

         

22 Ağustos 2017 Salı

HEDİYELİK EŞYA DÜKKANINDA ÇALIŞMAK

       
              Ayaklarım çok yorgun olduğumu söylüyor fakat uykum kaçtı.

              Zor işmiş be. Sabahtan akşama kadar hiç oturmuyorum dersem yeridir. Müşteri gelmediğinde, ya da yemek yerken, onar dakikadan toplamda bir yarım saat ya da kırk beş dakika oturabiliyorum. Onun dışında rafların ve ürünlerin tozunu alıyorum, düzenliyorum, etiketliyorum ya da müşteri ile ilgileniyorum.

              "Hoş geldiniz" diyorum müşterilere. "Düşündüğünüz bir şey var mı?" Sonuçta dükkanda çok fazla ürün var. Bazen yorgun argın gelip de her tarafa göz gezdirdikten sonra mandal yok mu sizde diyen oluyor. O yüzden soruyorum. Kimisi ne aradığını nasıl bir ürünü hangi fiyatta olacak şekilde tercih ettiğini söylüyor ki bu grup en kolay müşteriler. Onlara tam da istediklerini bulup, seçenekleri masaya diziyorum. Aldıktan sonra teşekkür edenler oluyor. Bunu çok içten söyleyenler var.  Güzel ve içten birkaç söz söyledikten sonra aldığı hediyeleri beğenmeyen çocuklarından dert yanan bir hanım, sağlıkla mutlulukla iyi günlerde kullanın dediğimde bana sarıldı dün. O da içtendi buna eminim. Gözlerine baktım hafif yaşarmıştı. Ben de sarıldım tabii. "Her zaman bekleriz, yine gelin" dedim. "Gelirim" dedi.

              Ne aradığını söylemeyenler zor müşteriler. Onlara bir şey beğendirmek de zor oluyor. Birine nasıl bir şey arıyordunuz diye sordum. Neredeyse beni dövecek gibi baktı. Sen karışma bakarım ben gibi bir şeyler geveledi. "Tamam" dedim. "Ne zaman ihtiyacınız olursa ben buradayım."Hep oradayım zaten. Dükkandan çıkamıyorum ki. Yemeği bile orada aceleyle yiyorum. Kahve içeyim diyorum birden müşteriler sözleşmiş gibi doluşuyorlar. Kahve soğuyor döküyorum.Beş liralık ürüne de beş yüz liralık ürüne de aynı ilgiyi gösteriyorum. Bazen müşteriler size de zahmet oluyor diyor. Yok diyorum ne demek. Benim işim bu. Hem size yardımcı olduğumu düşünerek mutlu oluyorum. Yeter ki istediğiniz gibi bir şey bulalım mutlu olarak gidin dükkandan. Böyle söyleyince nasıl mutlu oldu. Sonra sekiz yüz elli liralık alışverişi aynı anda yapan bir müşterim oldu. Sadece yardımcı olmak istiyordum. O da fikir soruyordu bana. O satıştan prim aldım. Beni asıl sevindiren, kadının yüzünde beliren gülümsemeydi.        

              Müşterilerimiz genellikle ev dekorasyonuna bayılan tipler. Müze gibi sadece gezmeye gelenler de var, evini süslemek için gelen de, hediyelik eşya bakan da. Hayranlıkla etrafı izlerken çok tatlı görünüyorlar. Fiyatlar ise bazen yüzlerinin ekşimesine neden olabiliyor. Bazıları gerçekten çok yüksek fiyatlı. Onların da bir alıcısı var gerçi. Tüm ürünlerin alıcısı var. Hepsi orada öylece durup seçilmeyi bekliyor. Tozları alındığında pırıl pırıl parlıyorlar. Tek tek elime alıp özenerek siliyorum. Benim farkıma varıyorlar mıdır diye bazen düşünüyorum. Sonuçta o kadar emek veriyorum onlara. Bazılarında çok fazla emek var. Yapan tüm hayal gücünü konuşturmuş. O da özenle severek yapmış olmalı diye düşünüyorum. Ben de severek temizliyorum, düzeltiyorum alan da çok severek alıyor. Ne kadar şanslı olduklarını biliyorlar mı acaba?

             Bugün baktım bir geyiğin boynuzu kırılmış. Tüh ne olmuş buna. Şimdi üzülmüştür bu. Beğenmezlerse bunu dedim.

              Arkadaş: "Üzülme çoktan beri kırık o, yapıştırmışlardı tutmamış."

             "Satılmaz bu haliyle" dedim. Yapıştırınca defolu oluyor. Defolu ürünleri de alanlar çıkıyor biliyor musunuz?  

              "Satılmak istemiyor o" dedi.

               Geyiğe sarıldım. "Olsun benimle kalsın" "Ben onu böyle de seviyorum."


           

10 Ağustos 2017 Perşembe

ÜLKENİN EN BÜYÜK UTANCI


             Daha önce hazırlamış olduğum bu yazı taslak halinde duruyordu. Aylardır orada tozlanıyordu. Herhangi bir okuldaki herhangi bir çocuğun, hademe olarak çalışan bir adam tarafından uğradığı istismarı konu eden Çıplak Yazar'a ait "Hayat Bir İmtihan mıdır?" adlı yazıyı okuduktan sonra kaleme almıştım. Gerçi o, farklı bir boyutunu da gündeme getirmişti. Dini açıdan bir sorgulama da yapıyordu kendisi. Üzerinden aylar geçti fakat yaşananlar farklı şekillerde tekrar tekrar karşımıza çıkıyor. İstismar devam ediyor. Geçtiğimiz hafta Annesinin Prensesi de "Pedofili Hastaları Teşhir edilsin" adlı bir yazı kaleme almıştı. Tacizi anlatan "Kadın olmak böyle bir şey" adlı yazımda bu konuya biraz değinmiştim fakat taslaklardaki daha detaylı bu yazıyı, gözden geçirip yayınlamak istedim.

             Şimdi o çocuk için başka bir hikaye yazalım. Hademe okulda işe başlar. Çok dikkatli idareci ve öğretmenler, hademenin çocuklara karşı fazlaca ilgili olduğunu tespit ederler. Hademe işten çıkarılır, çocuğun başına kötü bir şey gelmez.

             Bu, hademe olmak için işe alındıktan sonra işten çıkarılan şahıs, komşunun kızı bir gün sokakta oynarken onu eve çağırır bu kez o çocuğu istismar eder. Çocuk bir süre söylemez fazlaca korkmuştur başına ne geldiğini anlamaz. Ailesi bir süre sonra olayı öğrenir. İstismar edeni döverler, mahalleden kovarlar. Olay yine unutulur.

             Başka mahalleye taşınan adam, parkta oynayan çocuklara yönelir bu kez. Başka bir çocuğu istismar etmek üzereyken bir polis tarafından tespit edilir. Karakola götürülür gözaltına alındıktan bir süre sonra tekrar serbest bırakılır, başka çocukların peşine düşer.

             Başka bir yerde bir akraba gibi eve gidip gelirken, çocuklardan birini gözüne kestirir. Çocuk onu yabancı olarak görmediğinden ne tür bir ilgiye maruz kaldığını anlamadan istismara uğrar. Olay çocuk anlatırsa öğrenilir fakat bu kez de aile içinde kalır. Ya da bilinmez istismar devam eder gider. Ta ki çocuk hamile kalacak çağa gelinceye kadar.

            Yayınlanan bir raporda ortaya çıkan sonuç oldukça dikkat çekicidir. Şiddeti Önleme ve Rehabilitasyon Derneği'nin ‘2016 Çocuk İstismarı Raporu'na göre, son 10 yılda çocuk istismarı vakaları yüzde 700 arttı. Posta'da yer alan habere göre, raporda yer alan detaylar şöyle:
  • Çocuk tecavüzlerinin yüzde 5'i ortaya çıkıyor yüzde 95'i gizli kalıyor.
  • Son 1 yılda 400 çocuk istismara uğradı.
  • Çocuk istismarı vakaları 10 yılda 300 bini geçti.
  • İstismarcıların yüzde 66'sı akraba, komşu gibi çocuğun tanıdığı kişiler.
  • İstismarcıların yüzde 9'u çocukla aynı evde yaşıyor.

              Bu eğilimin hiçbir zaman düzelmeyeceği, bunun bir tedavisi olmadığı uzmanlar tarafından dile getirilmektedir. Bu tür kişiler ile ilgili etkin önlemler alınmalı, cezalar artırılmalıdır. Toplumun diğer fertleri tarafından bilinmeli, ilaçla ya da cerrahi yöntemlerle eğilimlerini yok edecek müeyyideler uygulanmalıdır. Bir dönem Adalet Bakanlığı tarafından sunulan bir yasa tasarısında, 39 yıl hapis cezası, zorunlu tıbbi müdahaleye kadar etkin yöntemlerden bahsedilmekteydi. Fakat sonrasında getirilen cezalarda 15 yaş sınırı ve rıza şartı eklendi. Oysa ki çocukları gerçekten korumak istiyorsak cezadan kurtulmaya sebep olacak düzenlemelerden kaçınmalıyız. Küçük yaşta çocukların evlendirilmesinin de önüne geçilecek türden bir yasa yürürlüğe konmalıdır. İstismarcının iyi hali göz önüne alınarak ceza indirimine ise asla gidilmemeli. Kime veya neye göre iyi halinden bahsediyoruz. Zaten bu suçu işleyen şahıslar toplumda, iyi halleri dolayısıyla gizlenebilmekteler.

             Bu tip pedofil olan insanlar toplumda varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlarsa, buradaki en büyük suç, dikkatini iktidarda kalmaya veren yöneticiler yüzündendir. Günü kurtarma derdinde olan, siyasilerin suçudur. Siyasiler derken sadece bugünkü siyasetçilerden bahsetmiyorum. Ülkede gelmiş geçmiş ne kadar parti ağası siyasi figür ve onların koşulsuz destekçileri varsa hepsini kastediyorum. Birbirleri ile atışmak ama fakat sadece iktidarda kalmak isteyen hangi görüşten olursa olsun koltuklarından başka dertleri olmayan tüm siyasetçileri kast ediyorum. Derdim siyaset yapmak da değil. Ben burada bir gerçeği dile getiriyorum.

             Halkın bir kısmının hiç ilgisini çekmiyor. Bir kısmı sadece üzülmekle ya da dedikodusunu yapmakla kalıyor. Nasıl tepki vereceklerini ve bu konuda ilgilileri nasıl harekete geçireceklerini bilmiyorlar. Bazı lokal olaylarda, linç girişiminde bulunmaya çalışma tepkisi dışında -ki anlamsız bir tepki türüdür- daha işlevsel bir davranışta bulunamıyorlar. Halk ne yapabilir? Yöneticileri harekete geçirecek girişimlerde bulunabilirler. Örneğin, şüphelendikleri kişileri adli birimlere bildirebilirler. Çocuk istismarının önlenmesi konusunda ilgili bakanlığa dilekçe yazabilir, bulundukları şehirlerde, iktidarda ve muhalefette olan partilerin bürolarına giderek benzer bir dilekçeyi oraya da bırakabilirler.

             Medyanın gündemi de iktidardaki ile kavga etmek istemediklerinden (her dönemde) sürekli değişir. Haberlerin biri bitip diğeri başladığından, bu haberler unutulur gider. Sorunun çözümü için en ufak bir katkı sunmaz hiçbiri. En zenginlerimiz bilmem kaçıncı sevgilileriyle oynaşırken fotoğrafçılar kare bekler. Tabii kimin umurunda istismara uğramış çocuklar...

             Hatırlarsınız bir köpek kuyuya düşmüştü. Sosyal medya ayağa kalktı. Televizyonda, gazetelerde, internette bu konuda onlarca haber yapıldı. O köpeği kurtarmak için yapılmayan kalmadı. Sonuçta köpek kurtuldu ve hepimiz çok sevindik, başarıyı hep birlikte kutladık. Bu çok güzel bir şeydi. Şöyle olsaydı: Bir köpeğin bir kuyuda mahsur kaldığı ile ilgili haber yapılsaydı fakat çözüm için hiçbir şey yapılmasaydı sonra başka haberlerin içinde kaybolup gitseydi. Biz akıbetini bilmeseydik, yoldan geçenler vah vah deyip gitseydi. O köpek orada ölüp giderdi. Bunları neden anlatıyorum. Ortada bir sorun olduğunda dedikodu yapmanın dışına çıkmaya çalışalım diyorum.

            Benim buna gücüm yetmiyor. Bir sözüyle geniş kitleleri, medyayı, devletin tüm mekanizmalarını harekete geçirecek etkin bir Cumhurbaşkanımız var. Bu konuda hassas olduğuna inandığım muhalefet partilerimiz var. Sivil toplum kuruluşlarımız var. Gazeteler ve televizyonlar, aldıkları reklam gelirleri ile devasa bütçelere sahipler. Ellerinde büyük bir güç var. Vicdanlarını yitirmediğine inandığım din alimlerimiz var. Sosyal medyanın her alanında çok fazla takipçisi olan insanlar var.
       
            Haberler es geçilmesin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı işini yapsın. Hiçbir suçun üstü örtülmesin. Bu herkesin üstünü kirletiyor. Temizlenmek için harekete geçilsin. Çocuklar korkmasın, aileler arkalarında büyük bir destek olduğunu bilsinler. Şikayetçi olmak istemeseler bile çocuklar adına devlet, suçludan hesap sorsun. Daha önce herhangi basit bir taciz vak'asına karışmış olan kişiler bile ilgili bakanlık tarafından bir şekilde takip edilsin.

             Bir çocuk size sesleniyor;
         
             Bir kuyuya düşmüştüm. Aylarca çırpındım fakat gerçekten kurtarmaya gelen çıkmadı. Aksine kahkahaları duydum. Sinsi gülüşleri, bozulmuş ağızlardaki çürümüş dilleri gördüm. Yüzler gördüm sahteydiler. Kurtardıkları bir canlıya sevinenler, o gün neredeydiler?

            Ağladım,
            Gözyaşlarımın biriktiği yerden yüzeye çıktım.
            Sevinen bile yoktu üstelik.

            Bir köpek kadar değerim yok muydu?

         

26 Temmuz 2017 Çarşamba

OLASI DEPREM

Deprem

             Aslında hep aklımda, hiç gitmiyor...

             O, sarsıntı sonrası ortaya çıkan çaresizlik, güvensizlik hissi. Yaşadığın dünyanın boşlukta dolaştığı yetmiyormuş gibi, bir de kürenin dışındaki güvenli kaya parçasında olduğunu zannederken, öyle olmadığını hissettiren o korkunç hareket. Çorum'da deprem olduğunda ilk defa farkına varmıştım. Bu şiddetle devam etmesi halinde başımıza gelebilecekleri ilk o zaman anlamıştım. Sonra bir gün duvar üzerimize doğru geliyor gibi oldu. Sene 99'du. Ben depremin olduğu yerden çok uzaktaydım fakat artık dünya o gün, güvenli olmaktan  çıkmıştı. Orada yaşanan felaketin boyutları sabah gün yüzüne çıkar gibi olmuştu. İlerleyen zamanlarda da daha önce hiç yaşanmamış bir yıkımla karşılaştığımızın farkına varmıştık. Ölen, yaralanan ve sakat kalan çok sayıda insan vardı.

             2010 yılında yayımlanan Meclis Araştırması Raporu'na göre 18.373 kişi hayatını kaybetti. 48 bin 901 kişi ise yaralandı. Resmi rakamlara göre 17.480 ölüm, 23.781 yaralı, 505 sakat ve 285.211 konut'un da hasarlı olduğu tespit edildi. Vikipedi de verilen rakamlar ise daha fazla 50.000 ölüm, ağır-hafif 100.000'e yakın yaralı olduğu söyleniyor.

              İzmit depremi öncesinde farklı şiddette çok sayıda deprem kaydedildiği fakat bunların Kandilli rasathanesi tarafından silindiği söylentiler arasında. Şimdi böyle bir şeyin yapılması oldukça zor. Bu tür hareketlilikler çok kişi tarafından takip ediliyor. Şu anda Türkiye'de büyük bir hareketlilik olduğu net bir şekilde gözlemleniyor. Belki de büyük bir deprem olmayacak fakat olma ihtimali üzerine konuşmak daha akıllıca gibi geliyor bana.

              Çanakkale'de son dönemlerde  ard arda hissedilen sarsıntılar sonrasında, bilimsel olmaktan çok uzak ve sorunun çözümüne hiçbir katkısı olmayacak şeyler söylendi. Bazı komplo teorileri gündeme getirildi ki, bunun neden olduğunu bir türlü anlayamadık(!) Sonra Manisa'da ve ardından İzmir'de, insanları sokağa dökecek kadar korkutan depremler tekrar hatırlamamızı sağladı. Bu yazıyı ilk hazırlamaya başlama tarihim Çanakkale'de depremlerin olmaya başladığı ilk günlerdi. Üzerinden aylar geçti. Depremler başka bölgelere kayarak ve sayısı da artarak devam etti. Bunca zaman bu kadar çok depremin ard arda olması oldukça korkutucu. Artık bırakalım boş lafları da olabileceklere bir bakalım.
     
              Prof. Dr. Mustafa Erdik ile Dr. Doğan Kalafat, İstanbul’u bekleyen büyük tehlikeyi Posta gazetesinde yorumlarken şunları söylüyorlar:

              Büyük İstanbul depremi senaryosuna göre, 7,2 büyüklüğünde 1 dakikalık depremde 30 bin bina yıkılacak. İstatistiklere göre her binadan ortalama 1 ölü, 4 de yaralı çıkarılıyor... Böylece 30 bin kişinin öleceği, 120 bin kişinin de yaralanacağı hesaplanıyor.

              Prof. Dr. Naci Görür ve Prof. Dr. Ahmet Vefik Alp, NTV televizyon  kanalında yayınlanan bir programda, Marmara depremi ve sonuçlarına ilişkin şunları söylüyorlar:
           
             Marmara'da en az 7,2 büyüklüğünde bir deprem beklediklerini açıklayan Prof. Görür, "Kırılacak parçaya da bağlı. Orta Marmara Çukuru'ndan Adalar'a kadar gelen kol 110 kilometre uzunluğunda. O kırılırsa 7,3 gibi deprem bekliyoruz"

            "Bu bakımdan bir önceki deprem kadar yıkım etkisi yaratabilir" diyen Görür, sözlerini şöyle sürdürüyor: "Çok ciddi, çok büyük bir deprem bu. Diğer bir olasılık da Adalar'ın güneyindeki fay parçası kırılırsa o da 60 kilometre uzunluğunda. O en fazla 7.0 büyüklüğünde, diğer faylar da 6.0'lar seviyesidedir.

             Görür, ayrıca deprem sonrası oluşabilecek tsunamiye de dikkat çekerek geçmişte 10 metre boyunda dalgaların görüldüğünü söyledi. Prof. Dr. Ahmet Vefik Alp de "7 ve üstü büyüklüğünde bir depremde 300 bin yapı yıkılabilir, 100 bin vatandaşımız yaşamını yitirebilir" diyor.

             7 büyüklüğünde tahmin edilen bir depremin sonuçları aklımızın alamayacağı sonuçlar doğuracaktır. Binlerce bina yıkılacak binlerce insan ölecek ya da sakat kalacak. Biz, tamamen hazırlıksız yakalandığımız böyle bir felakette, yine "Yaraları saracağız" nutukları dinleyeceğiz. Dinleyebilecek miyiz?

             Bazı deprem uzmanlarının yaptıkları yüreklere su serpen açıklamalar da olasılığı engelliyor değil. Tamam ben biraz bu konuda fazla korkuyor olabilirim ama hiçbir şey olmayacak korkmayın da ne? Biz ne yapıyoruz ona bakmak lazım. Mesele Marmara da değil. Sanki İstanbul etkilenmeyecekse önemli değil mantığını çok yanlış buluyorum. İzmir'de olursa hak ettiler de çok saçma. Manisa'daki sorgulanmıyor da İzmir sorgulanıyor. Ülkenin herhangi bir yerinde bu gerçekleşmesi halinde yaşanabilecekleri masaya yatırıp ondan sonra alınabilecek tedbirlere dönmemiz gerekiyor. Şu anda ülke olarak bütün başka şeyleri bir kenara atıp, olası depremin yine bir felaketle sonuçlanmaması için gerekenleri düşünmemiz ve yapmamız gerekiyor. Gerçi artık çok geç kalmış da olabiliriz.

               17 Ağustos'ta yaşananların sonrasında çok fazla şey söylendi. Nutuklar atıldı, vaatler verildi. Geriye dönüp baktığımızda bir arpa boyu yol alındığını görüyoruz. Yine başka şeyler gündeme geldi. Bu konu gündemin sonlarını bile teşkil etmedi.

             Tarih boyunca başlarından büyük deprem geçmiş birçok devlet, çıkarmış oldukları yasalar, yapmış oldukları denetimler sayesinde en az etkilenecek hale gelmişler. Özellikle Japonlar bu konuda çok öndeler. Japonya'da, bizde olsa şehirleri yerle bir edecek depremler olduğunda fazla etkilenmediklerini görüyoruz. Depremle yaşamayı öğrenmişler, alınacak tedbirlere, gerçekçi denetimlere ve yaptırımlara yönelmişler. Neler yaptıklarına bakarsak: Japonya'da binaların altında sarsıntıyı emen sistemler kullanılıyor. Çok katlı binalarda bile bu tür sistemlerin uygulanması sayesinde sarsıntının olumsuz etkileri en aza indirilmiş oluyor. Bu konuda hep yeni teknikler uyguluyorlar. Tamam biz yeni teknik de bulmayalım ondan geçtim. Japonya'yı taklit eder hale gelelim yeter.

           

16 Temmuz 2017 Pazar

#dogamizdavar -Mim



             Sevgili Ece Evren'in başlatmış olduğu Mim'e #dogamizdavar ben de katılmak istedim. Güzel soruları için kendisine teşekkür etmek istiyorum. Severek cevapladım.

             1- Hayatınızda olmalarına izin vermek için, kişilerde hangi özellikleri ararsınız?


             Birçok insan hayatımızda izin versek de vermesek de varlar. Onlardan uzaklaşmamız bazen kan bağı, bazen de zorunluluklar dolayısıyla mümkün olmuyor. Bunun dışında çok severek ve mutlulukla benimle olmasını istediğim insanlarda birçok kişinin söylediği gibi ben de öncelikle samimiyet arıyorum. Tüm davranışları, sözleri gerçek olmalı. Yanında kendimi rahat hissetmeliyim. Yargılanmaktan, haksızca eleştirilmekten, beklemediğim türden ani tepkilerle karşılaşmaktan endişe duymamalıyım. Bencilce istekleri olmamalı. Alçak gönüllü olmalı. Beni olduğum gibi kabul etmeli.

             2-Ben ilk bakışta, ya da bir iki görüşte anlarım nasıl bir insan olduğunu diyenleriniz var mı?  Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

             İlk bakışta insanları tanırım demek büyük bir laf. Bu mümkün değil gibi geliyor bana. Fakat insanların çok küçük bir davranışı, bir sözü, kendileri hakkında önemli ipuçları verir. Bunu iyi analiz ederseniz, kısa zamanda doğru şekilde tanımak mümkün olur gibi geliyor. İnsanlarla ilgili analiz yapmayı severim.

             3-Birini sevmeniz için (sevgili, dost, arkadaş, hepsi) size sıcak davranması şart mıdır?

            Tanımadığın birini sevemezsin. Bana sıcak davranmasa bile başkalarına olan tavrı onu sevmemi sağlayabilir. Zaten bu durumda tanımış olurum. Neden yakınken sıcak davranmasın? Bu sayılanlar yakın grupta değil mi? :)

             4-Birine iyi bir insan dediğinizde, hangi yönleri bu tespitinizde ağır basar?

             İyi insan bana göre, menfaati olmadığı insana da diğerleri gibi davranandır. Başkalarına zarar vermeyen, faydası dokunan insandır.

              5-Dokunmak nedir sizce? İki manasıyla da rica etsem…

              Birini anlamaya çalışmak en güzel dokunuştur bana göre. Anlamak ve ihtiyacı olduğunda yanında olmak...

               Fiziksel olarak da dokunmak önemlidir. Sarılmanın insan psikolojisine çok iyi geldiği söyleniyor.

              6-Fedakâr mısınız?

              Bir uzmana çok başka konuda danıştığımda bazı sorular yöneltti ve cevaplamamı istedi. Bir süre konuştuktan sonra, öncelikle halletmem gereken sorunumun fazla fedakârlık yapmak olduğunu söylemişti ki bu iyi bir şey değil:)

              7-Birinin size iyiliği dokunsa minnet duygunuz sürer mi, o iyilik her hangi bir terslikte referans olur mu? Yoksa ?

               Yapılan bir iyiliği asla unutmak istemem ve bunun için çaba gösteririm. Hatta aynı insandan beni üzecek bir davranış geldiğinde, bana daha önce yapmış olduğu iyiliği hatırlarım. Onu o davranışına göre genelleyip bir çırpıda silip atmam. Eğer bu sürekli tekrarlanırsa biraz mesafeli dururum. İyiliği yine de unutmam. Fakat yapılan iyiliğin geleceğe dönük bir hesaba dayandığını hissedersem mümkünse iyiliği geri çeviririm.

               8-Sevgiyi bir iki cümleyle anlatabilir misiniz?

               İki cümlenin yeteceği türden bir şey midir ki anlatayım:)

               Sonsuzluktan gelen bir duygu bence. Aynı şekilde de sınırsız kabulü, anlayışı, hoşgörüyü, karşılıksızlığı, merhameti, şefkati içinde barındıran, neden ya da niçini sorgulanamayacak türden bir duygu.

                Ben de katılmak isteyen herkesi davet ediyorum.


11 Temmuz 2017 Salı

ADRİANA LİMA VE METİN HARA AŞKI



              Magazin gündeminden bahsedeyim istedim bugün. Bence yılın magazin olayı, Adriana Lima ve Metin Hara aşkı. 

              Öncelikle Adriana Lima kimdir onu bir konuşalım. Kendisi güzelliğiyle ün salmış, her defilede aranan, dünyanın en güzel kadınlarından biri. Bence ilk beşte. Onu Acun'un düzenlediği yarışmalara konuk olarak gelmesiyle Türkiye olarak tanıdık gibi geliyor. Orada sempatik, doğal ve oldukça samimi tavırlarıyla ülke olarak sevdik. Şahsen ben onun gerçekten güzel bir insan olduğunu düşünüyorum. Onun aynı zamanda çok iyi bir insan olduğunu hissediyorum. Fakat bahtı güzel mi? değil. Birçok kadın aldatıldığında, "Sorun sende değil bak Adriana Lima bile aldatılıyor" diyerek teselli verdik.

              Dün birkaç yerde adını duyduğumda "Ne olmuş?" dedim. Bir de baktım ki Metin Hara ile sevgili olmuşlar. Yani dünyada o kadar adam varken, bu kadın neden başkasını değil de Metin Hara'yı seçsin değil mi?

              Metin Hara'yı ilk olarak bir televizyon programında izlemiş ve onun hakkında da çok pozitif bir enerji almıştım. Aslında fizyoterapist, dinlediğinizde kendinizi huzurlu hissediyorsunuz. O günkü programda söyledikleri dikkat çekiciydi. "Benim anlattıklarım tamamen bilimsel. Modern tıbbın tedavisine destek türünden. Artık ben fizyoterapistin yardımına ihtiyaç duyulmayacak türden bir hayatı anlatıyorum. İnsanlar kendi mutluluklarına odaklanmadan ve doğru yaşamadan kendilerini iyi hissedemezler. Birçok bedensel hastalığın gerçek sebebi olumsuz düşünce yapısı. Onu düzelttiğinizde belki de doktorlara ihtiyaç duymayacak hale geleceksiniz." Birebir ne söyledi tam olarak hatırlamıyorum fakat benim anladıklarım ve hatırladıklarım bunlara benzer şeylerdi. O gün bu çocuk ileride çok önemli bir yere gelir diyordum. Yaşı çok küçüktü, fakat dinlediğinizde çok olgun ve aynı zamanda da zeki biri olduğunu fark ediyordunuz. Pozitif bakış açısı ve zekası etkilemiştir diye düşünüyorum. Zeki bir adam her kadını etkileyebilir bence. Adriana Lima açısından düşünürsek zaten etrafındaki erkekler dünyanın en yakışıklı adamları. Fakat seçimlerine dikkat ederseniz çok yakışıklı adamları tercih etmiyor. Dış görünüş hep ikinci planda kalıyor.

              Eski eşi mesela, yakışıklı erkek kategorisine girmiyor. (Keşke düzgün bi adam olaydın be!)


              Eşinden ayrıldıktan sonra seçtiği adam ise;


               Kadının güzelliğinin yanında bu adam da çok geride kalıyor. Kısa bir süre sonra ayrılmışlar haberlere bakılırsa. Ondan sonra da ne kırmızı halılar gördük hiçbirinde yanında yakışıklı bir adamı bırakın, eşlik eden bir adamı bile görmedik kendisine. Baktı olmuyor "Yalnızlık daha iyi" dedi demek ki. Soranlara da zaten "Ben artık kendi mutluluğumu düşünüyorum, kendimle evliyim" gibi bir şeyler söylemiş. İşte o sözler, yani kendi iç huzurum için bir "Yol" arıyorum gibilerinden bir şeyler derken bizim fizyoterapist Metin Hara'yla karşılaşıyor. Belki de karşılaştıktan sonra böyle konuşmaya başlamıştır kim bilir:)

              Bu kadının erkekten yana yüzü hiç gülmedi. Umarım bu kez aynı şey olmaz ve birlikte mutlu olurlar. Bu aşk hakkında siz ne düşünüyorsunuz?

              Peki siz önce neyi önemsersiniz?  Seçimlerinizi en çok ne belirler?

Not: Fotoğraflar Google görsellerden alıntıdır.

26 Haziran 2017 Pazartesi

ANKET YAPARAK PARA KAZANMAK

            "Merhaba, çok kısa bir anketimiz var katılmak ister misiniz? Beş dakikanızı almayacak inanın. Klimalı ortamda sizi dinlendirmek istiyoruz. Düşüncelerinize değer veriyoruz. Üç gündür ayaktayım yardımcı olursanız, beş dakika..."

             Genellikle olumsuz cevaplar alınıyor. Kimse vakit ayırmak istemiyor. Aslına bakarsanız ben de eskiden öyle yapıyordum. Kim uğraşacak şimdi diyorlar. Haklılar. Fakat hiç düşündünüz mü firmalar sizin isteklerinize göre fiyatları belirliyorlar. Kalite konusunda da kendilerine çeki düzen vermelerinin en önemli yollarından biri, anketleri değerlendirmek. Fakat yurdum insanı ne diyor?

             - Vaktim yok kusura bakmayın
             - Acelem var
             - Yorgunum halim yok
             - Daha önce yapmıştık

           Bazısı yüzünüze bakmıyor, cevap bile vermiyor. Bazısı bir "S" çizerek neredeyse çevrenizden geçiyor. Bazısı öyle önemsiz, belki bir çöp parçasıymış gibi bakıyor size ve içinden "Zavallı" bile demiyor. Kimisi, yolu işgal ediyoruz diye düşünüyor. Fakat düşünceli, gayet nazik davrananlar da oluyor. Bazıları eskiden kendisi de anket işi yaptığından, bazısı acıdığından kabul ediyor. Şu an beni duymasalar da hepsine tekrar teşekkür ediyorum.

           Peki biz ne iş yapıyoruz? Neredeyse her geçene yalvar yakar para kazanmaya çalışıyoruz. Aldığımız ücret ise oldukça düşük. Yani gösterilen çabanın karşılığı değil. Günlük ücret alınan stüdyo işlerinde, iş yapıyor gözüksen de yeter. Fakat ben öyle mi yapıyorum. Hayır, fazlasıyla efor sarf ediyorum. Çevirdiğim ve anket yaptığım insan sayısı istenildiği kadar değil fakat gösterdiğim çaba bunun çok daha fazlası. Bir başkasıyla kıyaslanırsa da daha başarılıyım.

            Eğer sadece giriş yapıyorsanız anket başına 1-2-3 lira gibi ücreti var. 1 liralık bir anket bile, 15 dakikanı alabiliyor. 2 liralık bir anket 30 dakikanı, 3 liralık ise 40 dakikanı alabiliyor. Bazen anketin giriş şeklini anlayıncaya kadar bir ankete 80 dakikanı verdiğin oluyor. Bu söylediğim dakikalar, zorunlu kısımlara ait. Bunun başlaması var bitirmesi var. Gerçekten oldukça zor bir iş. Günlük temizliğe gitsen sabahtan akşama ki, genellikle geç vakitlere kadar sürmez, stressiz, en az 100-120 lira alırsın. Şimdi düşününce günlük 40 lira nere, 120 lira nere? Ama başladın mı anket işini bırakamama gibi bir durum da var. İçine sebepsiz bir hırs geliyor. Daha fazla kişi daha fazla anket...

           Peki anket yaparak para kazanmak mümkün mü?

           Düzenli ücret alabildiğiniz bir işiniz varsa ya da öğrenciyseniz anket yaparak biraz kazanabilir, ek gelir elde edebilirsiniz. Çalıştığınız yer para öderse tabii. Bir çok kişiden duyduğum, yaptıkları işin ücretini alamadıkları, alsalar bile geç aldıkları yönünde. Bu nedenle tamamen bu işe bel bağlamak yanlış olur.

           Düzenli ücret alabileceğim bir iş bakıyorum. Bir iki yer ile bayramdan sonra görüşeceğim. İşe girersem ankete devam eder miyim? Ev hanımlarının iğne oyası yapıp kazanması gibi bir şey. Boş oturacağıma yaparım.

18 Haziran 2017 Pazar

BABAM'A



             O hiç hastalanmazdı, yorulmazdı, yaşlanmazdı. Onun varlığı, sırtımı güvenle yasladığım bir dağı andıran dayanak gibiydi. Ramazan'ı birlikte geçirmek için bana geldiğinde, hala eskiden olduğu gibi duruyordu karşımda. Kırlaşmış saçları ve sakallarıyla, ilerlemiş yaşına rağmen yine dimdik ayaktaydı işte. Beyaz bir kâğıda sarıp, paket lastiği geçirdiği emekli maaşının tamamını bana teslim etti. "Ah babacığım neden bunu yaptın?" dediğimde. Güçlü ve şefkatli sesiyle "Ben, senin babanım ve ölünceye kadar da yanındayım. Benim neyim varsa senin..." dedi.

             Çocukluğunu yaşamadan büyümüş ve çalışmaya başlamış. Dışarıda satamadığı simitleri gizlice okulda arkadaşlarına satmaya çalışırmış. Eğer simit sayısı yüze ulaşırsa, parasını tam olarak alabiliyormuş. Yazları, başka şehirlere gidip oradaki çiftliklerde, artık çocuk haliyle ona ne iş verilirse yaparmış. Bir keresinde sıtmaya yakalandığı için evine geri göndermişler.

             Gençken çok paralar kazanmış. Petrol Ofisi'nin devlete bağlı olduğu zamanlarda, işçi olarak girdiği işinde göstermiş olduğu başarılar sonucunda, diğer işçilerin ücretinin beş katı kadar kazanır hale gelmiş. Türkiye'de tır sayısının çok az olduğu o dönemde, kasalarının imalatında çalışmış. Uçak yakıtlarının daha az maliyetle ve fazla miktarlarda taşınmasında büyük katkıları olmuş. Yeri gelmiş bir müdür kadar itibar görmüş. Fakat sonra bir şekilde oradan ayrılmış. Sonrasında, merkezinde tır ve kamyonların olduğu farklı işler yapmış. O dönemlerde de büyük paralar geçmiş eline. Talihsizlikler neticesinde -ki şoförlük yapanların çok söylediği bir söz vardır, "Arabacılık cılık" diye - kazandığı ne varsa hepsi gitmiş. Hiçbir zaman hak yememiş, harama el sürmemiş, lakin o çok zenginlikten geriye sadece bir emekli maaşı kalmış. Fakat o, emekli maaşını bana veriyor ve ben o parayı milyonlarca liraya değmeyecek kadar değerli bir hazineymişçesine saklayacak yer bulamıyorum bir an.  

             Çocukluğumda, fazlaca saçmaladığım o günlerde bile beni büyük bir insanmışım gibi dinler, dünyanın en akıllı çocuğu benmişim gibi davranırdı. Yanında, başkalarının yanında olmadığım bir rahatlıkla oturur, saatlerce sohbet eder, sadece onu üzmemek için dediklerini dinler, sözünden çıkmazdım.

             Bir kere yanağıma hafiften bir fiske vurduğunda ne kadar haklıydın ve başka bir zaman elini kaldırdığını bile görmedim bana. Evden kaçıp çocuk aklımla maceralara atıldığımda bile, sadece başıma gelecekler için korktuğunu biliyorum. Yine de kollarını açıp, benim sana dönmemi beklemiştin. Beş yaşında bir çocuk olarak fazlaca tehlikeli, aynı zamanda çok heyecan verici bir günlük küçük maceram bittiğinde, eve koşarak gelmiş ve sana sarılmıştım. Kendi kararlarımı almaya başladığım dönemlerde, "Sen doğrusunu bilirsin kızım" dedin. Sonuç ne olursa olsun yanımdaydın.  

              Değil mi ki varsın ve değil mi ki "Ben senin yanındayım" dedin bana, artık sırtım yere gelmez baba. Ben de bu sebeple ayakta durmalıyım. Tıpkı senin gibi...

              İyi ki varsın ve hayatımın her bir günü için babalar günün kutlu olsun.



              Not: Tüm babaların babalar günü kutlu olsun.

26 Mayıs 2017 Cuma

BİRLİKTE YAŞLANMAK

evlilik


               Evlilikler neden bitiyor? sorusunun cevabını düşünüyorum. Büyük umutlarla başlanılan, nişan, düğün için her türlü maddi ve manevi fedakârlığın yapıldığı, büyük bir gürültüyle çevreye duyurulan evlilikler bir de bakmışsınız sessiz sedasız sona ermiş. Hele bir de çocuğunuz da varsa, sonrası bir kâbusa dönüşebiliyor.

              Bana kalırsa evliliklerin bitmesinin çok basit bir sebebi var. İnsanlar kendilerine benzetmek ve istekleri doğrultusunda değiştirmek üzere birini buluyorlar. Karşılarındakini olduğu gibi kabul etmiyorlar. Seçtikleri değil de buldukları üzerinden bir hayat inşa etmeye çalışıyorlar. Yıllar geçip, değiştiremedikleri insanlar için verilen çabaların boşuna olması da hayal kırıklığını beraberinde getiriyor.

             "Ben seçmeyi düşünüyorum" ya da "Seçim yaptım" diyenlere de şunu sormak istiyorum. Yaptığınız seçim yalnız dış görünüş nedeni ile miydi? Bu da çok rastlanılan bir durum çünkü. Hoşunuza giden birini ele alalım. Yeterince tanımıyorsunuz ve kendinize ait beklentileri yarı açıktan, yarı bilinç altı göndermelerle aktarıyorsunuz. Kadın ya da erkek, o da sizi kaybetmek istemediği için bir süreliğine olmasını istediğiniz kişiliğe bürünüyor. Evlilik sonrası ise herkes gerçek kişiliğine geri dönüyor ve bu kez "Ben onu yanlış tanımışım." cümlesi ile evlilik bitiveriyor. Diyelim ki bunların hiçbiri olmadı. Siz değiştirmeye çalışmadınız.  Güzel, yakışıklı, zengin vs. fakat kişiliğini yeterince tanımadığınız biri ile hayatınızı birleştirdiniz. Sonra yıllar içinde bunların hepsi, -özellikle görüntü- eskiyor, sıradanlaşıyor. Sıkılıyorsunuz veya artık bu saydığım vazgeçilemeyecek (!) özellikler bile evliliği götürmeye yetmiyor.

             Bir insan, kendisi için doğru olduğuna inandığı ve her haliyle kabullendiği biriyle evlenmelidir. Kimse karşılaştığı insanı kendi doğrusuna ve isteklerine göre şekillendiremez, yönlendiremez. Bir insanın aklını, kişiliğini, en önemlisi de ruhunu sevdiğinde artık ondan isteyeceğin farklı bir davranış tarzı da olmaz. Neyse öyle kabullenirsin. Zaten o haliyle sevmişsindir. Tabii benzerlik ve bir miktar değişim artarak devam edebilir. Zaten mutlu olmak ve mutlu etmek adına eşinin istediklerini göz önüne almak senin için zor değildir. Ama ısmarlama olamaz. Tam tanımadığın birinin aradığın özelliklere sahip olup olmadığını da bilmen olanaksız. Öyleyse şartsız, ön yargısız, karşılıksız, zihin okumadan, şüphe duymadan, taktiklere girmeden evlilik öncesi yeterli bir süre, sadece tanımak için ayrılmalı. Kişi olduğu gibi görünmeli, karşı tarafa da aynı özgürlüğü tanımalıdır.

           Tamamen içten gelen bir ilgi değerlidir. Çocukça pışpışlanmak, abartılı fakat samimiyetsiz bir ilgi, göstermelik hediyeler, klişeleşmiş ve alışkanlıktan öte gitmeyen sözcükler, bunların hepsi gerçek bir birlikteliğin önündeki en büyük engellerdir bana göre. Sonunda da balon olan o "Büyük aşk ve sevgi(!)" bitmeye mahkumdur.

            Evlilikte ortaya çıkan sorunlardan biri de ayarsız, göstermelik bir kıskançlık. Kıskançlığın gerçek sevgiyle bir alakası olduğuna inanmıyorum. Sebepsiz, yersiz, kendi kuruntularınla oluşturduğun kıskançlık, ilişkiyi zedelemekten başka bir işe yaramaz. Gerçek sevgi özgür bırakmaktır. Mutluluğuyla mutlu olmaktır. Olması gerekenden fazlasını beklememektir. Eşine sadık ve gerçekten seven biri, ne olursa olsun aldatmayacaktır.
             
           Bir de evliliğin ilk dönemlerinde ortaya çıkan güç çatışması var ki, tam anlamıyla aile olmayı engelliyor. "Benim dediğim olacak", "Bu evde benim sözüm geçer", gibi yanlış ifadeler, sadece kişisel egoları tatmin ediyor. Karşıdaki insanda ise tamiri zor olan yaralar açıyor. Zamanı geldiğinde, yıllarca ezilen taraf bir şekilde rövanşını almaya çalışıyor. Kararlar ortak alınmalı, önemli olan ailenin menfaati olmalıdır. Artık kurduğun aile dışında kim varsa ikinci planda olmalıdır. Önce aileni önemsemeli, onlara emek ve zaman harcamalısın. Eğer dışarıdan gelen müdahaleleri hayatına dahil edeceksen, o evliliğe hiç başlamamalısın. Çünkü bir aile kuracak ve devam ettirebilecek olgunluğa henüz erişmemişsin demektir.

          Eğer birlikte yaşlanmak için evlenmek istiyorsanız, doğru insanı arayın. Karşınıza çıkan herhangi birini ya da mantığınızın zorladığı birini eş olarak seçmeyin ve benim bu söylediklerime kulak verin derim.

11 Mayıs 2017 Perşembe

FOTOĞRAFA BAKARKEN

       
ÇÖP EV

           
             Anlatılanları duydukça her bir olayı ayrı ayrı yaşıyorum. Kadının vücudundaki kurtları, çocuğun kafasındaki böcekleri, evdeki tüm çöpleri temizliyorum. Ama hayır, olamaz! Hepsi aynen duruyor. Fotoğraf elimde, ben ağlayamıyorum içim daralıyor.

             İnsan neden oturduğu yeri çöp eve dönüştürür? Sebebi geçmişe özlem ya da elindekinin gitmesi korkusu, aç kalmak, muhtaç kalmak, kimsesizlik. Ne olabilir? Evden, hiç kullanılmamış onlarca nevresim takımı, bardak takımı, tencere ve tava çıkmış. Pizza kutuları, eşyaların arasında duruyormuş. Yerler poşetlerle, koltukların, sandalyelerin üstleri ise kağıtlarla doluymuş.

            Araştırdığım kadarıyla bu biriktirme hastalığı ya da istifçilik denilen takıntılı durum, tek bir sebepten ortaya çıkmıyor. Geçmişte fakir bir hayat yaşayanlarda görülebildiği gibi, fakirlik çekmese bile hatıralarının yitip gideceğini düşünenlerde de görülebiliyor. Bazen de bir gün lazım olur diyerek başlanıp, artık önü alınmaz hale gelinceye kadar biriktirme devam edebiliyor. Hastalık boyutuna gelmesi, günlük hayatın etkilenip etkilenmediğine bakılarak anlaşılıyor. Siz siz olun, gereksiz ne varsa atın. Bunu illa ki eşya olarak düşünmeyin. Yıllar öncesinden kalma kasetleri, disketleri atmayan, mailleri ve telefon mesajlarını silemeyenler varmış.


            Gelelim benim bahsettiğim kişiye. Gençliğinde oldukça bakımlı bir kadındı diyorlar. O zamanlar, üstü başı düzgün, kuaförünü, temizliğini ihmal etmezmiş. Zamanla yaşadığı sorunlar neticesinde belki de o hale geldi. Kolon kanseri oluyor daha sonra. Ölümüne birkaç hafta kala, hastaneye kaldırılması ise belediye başkanına yakın bir kişinin desteğiyle gerçekleşiyor. Bu bile imkansızlık içerisinde yapılmış. Fakir gibi görünen bir insanken, sahip olduğu pırlanta ve paralardan, tapulu birkaç evden bahsediliyor. Bir de yardım etme bahanesiyle bunların idaresini bir şekilde elde eden, yabancı uyruklu bir kadın var. Bu kadın bunu iş edinmiş. Ölmek üzere olan kim varsa yaklaşıyor, vekaletleri alıncaya kadar da güven kazanıyor. Başka ilgilendiği yaşlılar da var diyorlar. Kadın ölmeden önce bütün vekaletleri bu yabancı uyruklu kadına devretmiş. Bankadaki değerli eşyalarını ve paralarını da içeriden onun adına teslim almış. Sonra bilmiyoruz o paralar nerede? O mu aldı, başka bir yere mi aktardı? Öldükten sonra evdeki tüm eşyaları sokaktan gelen geçen kim varsa çağırıp verdiğini söylemiş. Satmamış güya, orasını Allah bilir artık.

               Kimsesi yoktu diyor anlatan kişi, zavallının bir teyzesi vardı. O da cenazeye gelmemiş. Bir de şizofren oğlu varmış. Yazlık evde tek başına yaşıyormuş. Onun da hali içler acısı. Tırnakları ve saçları aylarca kesilmemiş ve yıkanmamış olduğunu söylüyor. Üstünde bir atletle, kış günü soğuk odada bir sandalyede, kıpırdamadan duruyormuş. "Onu gördüğümde iki koltuğunun altında birer kedi var zannettim" diyor. O kadar feci durumdaymış. Bir de oğlu, sadece yabancı olanlarla konuşuyor ve onlara güveniyormuş. Bu bana çok ilginç geldi.  Daha önce karşılaştığı memleket insanlarının, ona olan davranışlarının etkisi olabilir diye düşündüm. Tabii bu sadece bir düşünceden ibaret. Hep söylenir bizim insanımız delileri sever diye. Neden sever? Onlarla dalga geçip, eğlenmek için. Çıkarsa gerçekten vicdanlı olan biri, o da "Uğraşmayın zavallıyla" der. Öyledir yani.

            Aklın önemi bir kez daha teyit ediliyor. Bu çocuk, çocuk dediğim otuzlu yaşlarında olmalı. Rehabilitasyon merkezinde bakılacakmış bundan sonra. Yabancı uyruklu kadın onun vasisi olacakmış. Paranın yönetimini de artık o yapacakmış.

            Bu anlattıklarım tamamen gerçek bir hikaye. Böyle hayatlar da yaşanıyor.


Not: Fotoğraf, benim gördüğüm fotoğraf değil ama ona yakın bir fotoğraftı.      

28 Nisan 2017 Cuma

BİR FİLM BİR ŞARKI

         
        Gizem düşünüyor bir etkinlik yapmış. Kendisi Nisan ayında izlediği filmi ve en çok dinlediği şarkıyı paylaşmış. Beni de etkinliğe Sonbahar Kedisi davet etti. Bu benim katıldığım ilk etkinlik.


        Bir kedi buldu ve hayatı değişti (Kediler plansız bir araya geldi)

         Bu ay izleyip oldukça etkilendiğim bir film Sokak Kedisi Bob.  Gerçek bir hikayenin kahramanının bizzat kendisinin yazmış olduğu  kitaptan uyarlanmış bir film. Kitabını okumadım ancak filmin hikayesi beni oldukça etkiledi.

       Kötü bir çocukluk ve aile hayatı sonrası uyuşturucu bağımlısı olan James Bowen, bir gün sokakta bir kedi bulur ve tüm hayatı değişir. Öyle ki sokaklarda kedisiyle şarkı söylerken, insanlar tarafından ilgi görür, gazetelerde hakkında yazılar çıkar. bu kedi ile birlikte bağımlılıklarından kurtulur. Yeni bir hayata adım atar. Siz de biraz rahatlamak ve umut görmek istiyorsanız bu filmi izlemelisiniz.





          Bir şarkı dinledim  (Aslında bir çok şarkı dinledim)
   
          Sizi, fırsatınız olur da bakabilirseniz Google Plus'taki Müzik Koleksiyonuma davet etmek istiyorum. Linke ya da resmin üstüne tıklayarak koleksiyonuma ulaşabilirsiniz.

           
               Youtube kanalım da var fakat tüm şarkıları henüz oraya atamadım. Zamanla aktarmayı ve yeni şarkılar da eklemeyi düşünüyorum. deryada damla linkiyle müzik listelerime ulaşabilirsiniz.